4 Ekim 2009 Pazar

we<3selpakmendil

boğaz şişken hapşırınca hissedilen acı, cidden çektiğim en kötü acılar top5 ine girebilir. cidden.
bi de şımarıklık yapıcağım insan da hasta olup ilgi beklediği zaman tadı çıkmıyo kiiiii!

13 Eylül 2009 Pazar

napoli//istanbul

when the moon hits you eye like a big pizza pie
that's amore
when the world seems to shine like you've had too much wine
that's amore
when the stars make you drool just like a pasta fazool
that's amore
when you dance down the street with a cloud at your feet
you're in love
when you walk down in a dream but you know you're not
dreaming signore
scuzza me, but you see, back in old napoli
that's amore!

11 Ağustos 2009 Salı

oh this sour times!

Tatilimi yapıp döndüğümden beri pek gri geçmeye başlayan günlerime renkler kattı sokağımın sonundaki dondurmacı; çeşit çeşit dondurmalarının renkleriyle. (Bir tane ingilizce öğretme serisi vardı bir gazeteyle verilen, hani 2000 senesinde falan, televizyonlarda bile ingilizce öğretmeye dayalı programların olduğu zamanlar, hoş çok da severdim hepsini ama bir tane dergi vardı öyle, siyah-beyaz bir dünyada kötü birinin boyundurluğu altında yaşayan bir karakter vardı, sonra bir arkadaşı oluyordu renkler diyarından, bunu kaçırıyordu renkler dünyasına falan; o geldi aklıma ama bir türlü hatırlayamadım. "Bi buldurun be!"Neyse..)
Efendim Mürefteden döndüğümüz günün ertesi günü, babamla çıktık sokağa markete gidip alışveriş yapmaya. Fakat mevzubahis market bim öğle tatilinde olduğundan kapı duvar olmuş. Eve gitsek, yine gelmek zorundayız, zaten 15 dkk kalmış bitmesine aranın. Biz de yıllardır marketin yanında duran ama hiç mi hiç gitmediğimiz dondurmacıya oturduk, kornette dondurmalarımızı söyledik. Klasik karışımım olan vişne-limon-vanilyalı dondurmayı tatmamla olay budur demem bir oldu işte.
Bir limonlu dondurma söyledikten sonra o dondurmanın limon aromalı ama gayet tatlı ve bayık hatta beyaz bir şey olarak gelmesi nasıl bir hayal kırıklığıdır ey okuyucu! Ama o gün dilimin üzerindeki şey sapsarı ve kesinlikle tamamen ekşiydi!! Vişnenin de doğaya özdeş şekilde ekşi olduğundan bahsetmeme gerek yoktur herhalde.
İşte o günden sonra en önemli sosyal aktivitem dondurmacıma gidip limonlu dondurmadan yemek oldu. Kilolara karşı savaşımdaysa tek avuntum en hafif ve şekersiz olan tatlıyı yiyor olmam:)
Yine de
Yaşasın Gaye Dondurma!
ehehehe

4 Temmuz 2009 Cumartesi

veni vici vokke

Hatırlayabildiğim en eski zamanlardan: Doksanlı yılların çılgınlıklarını yaşadığımız zamanlardan biriydi o gün. O kadar "90" lardaydık ki daha bilgisayar bile girmemişti evimize. Kozyatağındaki evimizde, salondayız. Salonun ortasında kocaman bir koli, açılıp açılıp içine bakılmış ama gönlümüzce yırtıp koliyi içindeki yepyeni Sony müziksetimize ulaşamamışız. Babam gelecek bekliyoruz, hepberaber "bizim" olacak müziksetimiz.

-Ya inanmıyorum CD bile çalabiliyor!
-Radyosu da vaar!
-Oha kaset kaydı yapabiliyorsun!!

Ve bütün kurulumu tamamdır Sony' nin. Hepimiz o kadar heyecanlıyız ki kimse koltuğa falan oturmuyor. İşi olmayan ben bile küçücük halimle ayaktayım. Annem, babam ve dayım da öyle.

-Hadi bakalım

Evdeki bir kasedi getiriyorum. Çıtır bilmemneler grubunun bir kasedi ama içi bambaşka, toplama kaset o. Kasetimizi koyuyoruz müziksetimize, şarkı başlıyor ve Sony' mizin hoparlörlerinden ilk sesler çıkıyor...

skin head, dead head
everybody gone bad
situation, aggravation
everybody allegation
in the suite, on the news
everybody dog food
bang bang, shock dead
everybody's gone mad

Herkesin suratında bir gülümseme, ben yerimde duramıyorum ve dayım ses silindirini durana kadar çeviriyor. Sesi sonuna kadar açık!

all i wanna say is that
they don't really care about us
all i wanna say is that
they don't really care about us

-Meltem gelsene buraya bak!

beat me, hate me
you can never break me
will me, thrill me
you can never kill me
do me, sue me
everybody do me
kick me, kike me
don't you black or white me

Babamın çağırdığı yere geliyorum, pencereye bakmamı söylüyor. Hayatımda ilk defa böyle bir şey görüyorum, pencerenin camı sesin yüksekliğinden zangır zangır sallanıyor, biraz daha zorlanırsa kesinlikle kırılacak diye düşünüyorum, ama korkamıyorum çünkü yerimde duramıyorum zıplıyorum

all i wanna say is that
they don't really care about us
all i wanna say is that
they don't really care about us

*******

25 Haziranı 26 ya bağlayan gece, kocaman kız olmuşum, ertesi gün finalim var erkenden yatmışım uyuyorum, telefonuma bir mesaj geliyor, Nupe yazmış merak ediyorum uyku sersemi açıyorum.
"Michael Jackson öldü"
Kafamda böyle bir şeyi anlamlandıramıyorum, gerçek olma ihtimalini düşünmüyorum, bir tür geyik, şaka diye düşünüp tekrar uykuma dönüyorum. Uyumadan önce, müzik setini ilk aldığımız gün Michael Jackson ın sesiyle zangırdayan camları düşünüp gülümsüyorum...

25 Haziran 2009 Perşembe

yıldızlı blog

*baby i can feel your halo
pray it won’t fade away

*Bir saattir falan Halo yu dinliyorum. Bir Beyonce şarkısını bu kadar sevebileceğimi hiç bilmezdim gerçekten. Söz müzik ses her şeyi çok güzel bu şarkının ya!

*Şu an Haziranın sonu, ama ben hala sosyolojiyle işletmeyle uğraşıyorum. Yazın okul hiç çekilmiyor efendim zor tutuyorum kendimi çengelköyden geçerken denize atlamamak için=)

*Ares ile aramızda bağlantı sorunları olduğu bir dönemde kendisini limewire ile aldattım ama mutluluğu bulamadım, ilk kullanımda virüs buldu çok kınadım. Tam o sırada sadık Aresim bağlanabildi ve eski mutlu hayatımıza geri döndük.

*Deniz demişken haftaya bugünlerde tatilde olacağım gerçeğinin güzelliği sayesinde ayakta durabiliyorum.

*Sivrisineklerle mücadelemde raid yetmiyor artık, her eve bi' obama lazım.

*Dün bir film izledim ki oynayan kız aynı ben, kendimi yazmışlar resmen, çok garipti.

*Sivrisinek demişken gerçekten çok fazlalar.

*Hava çok fazla sıcak...

*Avrupa Yakası' nın resmen bittiğine inandıramıyorum kendimi, çok büyük bir fanı falan da değilim ama hep sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Beklentimin çok fazla olduğunun farkında olduğum için beğenemeyecekmişim gibi geliyor final bölümünü, ne kadar geç izlersem o kadar iyi.

*Finallerimin devam ettiğinden bahsetmiş miydim?

*Bir vantilatörüm bile yok...

*Marmara Denizini kahverengi denizanaları işgal ediyormuş.

*Gülben Ergen'in çocuklarını doğurmasına gereğinden fazla sevindim, birinin adını da Ares koyacakmış ona daha da sevindim=) Resmen çocuk doğurmak istiyorum yok böyle bir şey...

*Su buharlaşıyor, para buharlaşıyor, şu kilolar niye buharlaşmıyor ey sistem!

*Anayasa Hukukundan kalanlar kervanına ben de katıldım, sonuna kadar kalmaya devam!

*Karne niyetine transkriptimi alıp sülaleme göstermek niyetindeyim, böyle alıştım...

*Tekrar ve tekrar: Çok sıcak...

4 Haziran 2009 Perşembe

girişimci günlükleri

Bu hafta içinde gerçekten bir şeye çok üzüldüm. Girişimcilik Klübümüz bu yıl içinde organize edilmiş en güzel "sertifikalı konferanslar bütünü etkinliği" ni hazırlamışlar. (bunların daha genel geçer bi adı yok mu yahu?) Fakat pazartesi günü başlayan bu etkinlik için ellerinde olmayan gecikmelerden dolayı tanıtımlarını cuma gününde yapmak zorunda kalmışlar. Biz de tesadüf eseri Nupe ciğimle masamızın üstüne bırakılmış olan broşür sayesinde öğrendik etkinliği ve "oha ohaa kimleri getirtmişler mutlaka gitmeliyiz" dedik ama pazartesi konferans salonunda 30 kişiyi aşmıyor olduğumuzu görmek beni gerçekten çok üzdü. Kampüsümüzde alakasız insanların çağırıldığı genelde uyuklayarak geçirilen nice konferansların çok fazla reklamı yapıldı, hüsranla sonuçlandı fakat sessiz sedasız gittiğimiz bu konferanslarda hem inanılmaz eğlendik hem de çoook fazla şeyler öğrendik.
kariyer.net in nasıl çalıştığını, kadın girişimciler adına bir derneğin var olduğunu ve bu dernekten gelip bize kendi girişimcilik hikayelerini anlatan kadınların ne kadar tatlı olduklarını öğrendik, kurukahveci mehmet efendiden bir güzel orta kahvelerimizi içip deneyimli işletmecileriyle binyüz derse bedel resmen bir "sohbet" yaptık, güllüoğullarından baklava sözü aldık(detay vermedi ama benim aklım baklavada), osman sınav ın ne kadar kısa boylu bir adam olduğuna hayret ettik, emre kınay ın çok meşgul bir insan olduğuna karar verdik.
Kısacası her oturumuyla (iptal edilenler dahil:))dolu dolu bir seminer oldu, çok daha büyük bir ilgiyi hak ediyordu. Ben de Girişimcilik Kulübünü burdan bu güzel etkinlik için tebrik ederim fakat bir dahakine reklamını ne kadar yapabiliyorsanız yapın hisarımızın buna ihtiyacı var=)

kampingen ailesi

Biz bu haftasonu kampa gittiiikkk!!
Üç aile birlikte artık mayıs geleneği haline gelen bir kamp olayımız var. Gidiyoruz, odun topluyoruz, ateş yakıyoruz, yemekler yiyoruz, çadırlarımızı kuruyoruz, uyku tulumlarıyla geceyi geçiriyoruz falan filan. Geçen sene de öss yüzünden gidemediğim için zaten pek bir özlemiştim kamp yapmayı. Geçen sene bensiz ilk defa 2 geceliğine gidildi ve herkes çok zevk aldı(hep 1 gece kalırdık). Bu sene de 2 gecelikti kampımız ve şansıma geçen yıl gidilen yere gidildi: Bolu-Kartalkaya... O kadar sevmişler ki ilk defa aynı yere iki defa gittik. Haliyle ben de çok merak ettim ama orayı görünce üçüncü kampın potansiyelini bile gördüm. Sanki İsviçre' nin yaylalarına çıkmışız da kamp yeri arıyoruz, bir yer bu kadar mı huzur dolu ve dünyadan uzak olabilir? Upuzun çam ağaçları ve menderes çizen bir dere... (burdan bütün coğrafya hocalarıma selam ederim) Arabadan iner inmez bendeki kene korkusu anında bitti ve canım kamp arkadaşlarım Ebrar ve İpek in tavsiyelerine uyarak ayakkabıyı çorabı atıp paçalarımı sıyırıp dereye girdim. Kamp alanını hazırlamak büyüklerin, 3 gün boyunca yanacak ateşin odunlarını toplamak biz ortancaların ve küçüklerin görevi. Derenin diğer tarafında daha çok odun olunca dereye çıkmaktan kamp alanımızda evimizdeymişçesine çıplak ayaklarla dolaşmaya başladık. Bundan en büyük çıkarı ise über boyutlu karıncalar elde ettiler ki ısırdıkları yerler kaşınmaktan yara oldu.
Kamplarımıza dair anormal olan bir durumu yazmak istiyorum ki bu durum yemeklerdir. Yapılabilecek en fazla şeyin evde yapılmış mezemsi şeylerle mangal yapmak olduğunu düşünüyor her insan ama bizim kampımız maşallah padişah kampı... Evet, sac kavurma yapan da, kahvaltı için iki kilo undan hamur kızartması yapan da, her yemekten sonra bir güzel türk kahvesini cezvede köpürte köpürte yaparak içen de biziz!!
Kısacası her zamanki gibi eğlenceli, kafa dinletici, negatif elektiriklerden kurtarıcı bir kamptı, ama ben yatağımı ve tuvaletimi 1 günden daha fazla ayrı kalamayacak kadar çok seviyorum=)

mayısı hiç yaşanmamış sayalım

Yeni okuldu yeni insanlardı kilo verme çabasıydı derken gerçekten ne olduğunu anlamadan hazirana kadar geldik. Yazın gelmesini o kadar istemiyorum ki inatla çantamda hala bir hırka ya da şemsiyeyle dolaşıyordum, o kadar inancım vardı havaların bozulacağına ama bu haftaya kadar... Her sokakta pörtleyen karpuzcu kamyonlarına "hormonludur" dedim kandırdım kendimi, zayıflama hapı reklamlarının artmasına "kapitalizmdir" dedim yine kandırdım kendimi ama bu sefer olmadı. Terlik içinde teyze ayağı gördüm bir kere, o yaşlı, ojesiz, bütün kış botun içinde bembeyaz kalmış teyze ayağı, bej kapri kombinasyonuyla girdi artık terliğe ben de anladım ki geri dönüşü yok bunun bildiğin yaz geldi.

22 Nisan 2009 Çarşamba

düşler

düşler vardır satılmaz, derinde anlatılmaz
yüreklerden silinmez, bazen de vazgeçilmez
kapat gözlerini ve düşün, ipekten bir deniz
pamuktan bir gökyüzü, iki tomurcuk yüreğimizde
belki de sen ve ben ikimiz, birbirinin farkında gözlerimiz
düşüncelerimiz, olmayacak hayallerimiz
ne alınır, ne satılır, para yerlerde sürünür
geçtikçe şu günler, anladıkça hayatı
birçok şeyin değeri küçüldükçe küçülür

*bazen düşlerden uyanıp devam edebilmek gerekir, yada sadece fikret kızılok' un sesinden düşleri dinlemek...

19 Nisan 2009 Pazar

"do i know you?"

Beyinlerin bazen iyi bir boşaltılmaya ihtiyacı olur. Bu yaptığım şey de; yazmak yani, bir tür boşaltım çabası. Keşke o muhteşem filmdeki gibi hafızayı silmek mümkün olsa. Ama o kadar da acı bir şekilde değil, anılara daha saygılı davranarak. Mesela yazsak unutmak istediğimiz şeyleri, yazacak kağıtlar tükenene kadar, kalemler bitene kadar...
Gömsek kapatsak sonra onları, onlar da uçsa aklımızdan. Hatıralar yazıya dönüşse arkasında hiç iz bırakmadan. Ama sonra kızılderililerin gömdükleri savaş baltalarını bir gün ayakları takılıp buldukları gibi bizim de gözümüz takılsa hatırlayamadığımız bir yerden tanıdık kelimeye toprakların arasında. Kazsak sonra tırnaklarımız kırılsa, ellerimiz yara olsa bile. Erimek üzere olan sararmış kağıtlardan öğrensek tekrar geçmişimizi, tekrar hissetsek eskisi gibi, ağlasak doya doya gözlerimiz şişene dek...
Anıların acı olmasının nedeni yaşandıkları zaman mükemmel olmaları. Anıların içinde tekrar kendimizi kaybetsek, sonradan ne olacağını bilmediğimiz o zamanlardaki gibi. Böyle yaşayamayacağımızı farkedince tekrar yazsak, tekrar gömsek bu sefer daha derine, te
krar unutsak...

*tee aralıkta çiziktirmişim de defterimin arasında bulmuşum

1 Nisan 2009 Çarşamba

four to the floor

çok mutluyum aslında
çünkü annem artık seni çok mutlu görüyorum dedi,
seni mutlu görmek benim mutlu olmama yetiyor.
mutluluğumdan annemin mutlu olması
mutluluk için aslı neden
ve yüzümü dökmemek için çok geçerli bir sebep.

27 Mart 2009 Cuma

kamera...motor!

*annemle tamamen farklı sinema zevkine sahibiz, ne zaman aksiyon heyecan filmi izlesek ben, bir hikayesi olan naif filmler izlesek annem uyuyakalıyoruz.
*twilight ı okudum-izledim, ortaokuldaymışçasına edward cullen a aşık oldum evet, ipekle yi beni edward ısır beni edward şeklinde dolaşıyoruz. Oynayan çocuğun yakışıklığı bir yana imkansızlık derecesinde mükemmel bir erkek profili çizişine kayıyoruz zaten. Kitabın yazarı da buna oynamış devamlı, ay edwardın muhteşem kokusu, muhteşem elleri muhteşem yüzü...(evet en çok kullanılan kelime muhteşem kitapta:)) bu yüzden erkeklerin beğenmemesi çok normal bir kitap/film, ve tabii ki kitap filmden çok daha güzel.
*slumdog millionaire kadar güzel film müziklerine sahip bir film daha izlemedim. A.R. Rahman ın bu satırlarını okuma ihtimalinin limiti sıfıra yaklaşıyor olsa da, kendisini burdan tebrik ediyorum, evinin en güzel yerine koysun o oscarı yakışır efendim. Ayrıca filmi izlemeden önce mia nın paper planes ini bana dinletmiş olan merveme selam olsun.
*slumdog millionaire in kendisini ne kadar sevdiğimi söylemeye gerek bile duymuyorum.
*Aynı Merve bana o gün Sia yı da dinletti ki kendisinin sesini dinlemeden bir günüm geçmiyor artık, bu da çifte selam olsun!
*Benjamin Button' a acıdım, o kadar güzel bir fikir (yaşlı doğup gençleşmek) çok daha güzel bir senaryoyu hakediyordu, ayrıca Brad Pitt beni fena hayal kırıklığına uğrattı. Ama filmden etkilenmediğimi söylemek de yalan olur. Bir de Cate Blanchett ne kadar güzel bir kadınsın sen yaa!
*Changeling de Angelina Jolie ve dudakları oynamış başka kimse yok:)
*Milk' te Sean Penn den başkası oynamış olsaydı gerçekten feci sıkıcı bir film olurdu. Fakat izlediğim için mutlu olduğum bir film oldu çünkü hem oyunculukta son noktayı gördüm, hem de tarihte izi geçmiş önemli bir adamı tanımış oldum.
*Doubt hakkında spoiler vermeden yorum yapamayacağım, bu yüzden izlememiş olup da izlemek isteyenler gerisini okumasın bana küfretmek istemiyorlarsa,
Filmin, sonunda sisterla beraber bizi de şüphe içinde bırakması çok etkileyiciydi, gerçek ne olursa olsun öğrenseydik eğer bu kadar güçlü bir son olmazdı bence. Ayrıca kendi kendime bir ödül geliştirdim ve bu ödülü bu filmin oyuncularına vermek istiyorum "toplu oyunculuk ödülü"... Resmen ana karakterlerdeki oyuncuların üçü o kadar iyi oynuyorlar ki etkilenmemek elde değil. Hatta Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman ın bir çeşit konuşma düellosu yaptıkları sahnede koltuğumdan doğruldum bir silkindim resmen. O kadar iyiler ki her ikisi de sizi inandırıyor ve hangisinin haklı olduğuna karar veremiyorsunuz. Filmin sonuna kadar da şüphe içinizde duruyor hep. Ayrıca sırf dedikodu nun tasvir edilişi için bile izlemeye değerdi.
*Woody Allen dan haz etmesem de Vicky Cristina Barcelona yı çok sevdim, resmen bir Barce ye gidesim geldi ayrıca Javier Bardem kadar çirkin ve seksi bir adam daha yok=)

18 Mart 2009 Çarşamba

gittik gittik geldik

Salı günlerimin yeni eğlencesi artık İstanbulu arşınlamak! Kabus seçmeli dersim olan adı Güzel Sanatlar kendisi işkence olan dersimi bu dönem artık değiştirdim. Ta güz döneminde yapmalıydım ama diğer seçeneğim olan Bilgi-İşlem dersi, Bahçelievler Kampüsünde (kampüs demek pek doğru değil orası için, onu da yazarım bir ara) olduğu için gözüm korktu oralara gidip gelmeye ve böylece uyaran kimseyi dinlemeyip güzel sanatları almaya başladım. Sanırım "ortaokuldaki kendi dersini dalgaya alan öğrencilere ders vermek için zor soru soran müzik hocası" kompleksine sahip olan bir hocamızdı bu güzide dersi veren kişi çünkü finaline en çok kastığımız ders güzel sanatlar oldu ve sınır notlarla geçebildik, bazılarımızsa kaldı evet. Bu sırada bilgi işlem insanlarının word-excel yaparak finalde 100 lerle oynamaları bardağı bir hayli taşırdı ve ta taaa bu dönem bilgi işlemdeyim salı günlerim bahçelievlerde geçecek. En zor kısmı tabii ki Küçükyalı dan Bahçelievlere gitme faslı ki, en rahat yolun yakamıza yeni gelmiş olan metrobüs olduğunu keşfettik ki asıl gelmek istediğim konu da burası.
Metrobüs arkadaşımız hakkında ne zamandır yazmak istiyordum zaten, küçük bir şekilde açıklamak gerekirse tam Türkiye icraatlarına yakışır bir ulaşım aracı. Trafiğe çözüm mü? Bu kesinlikle halk için en iyi olan sonuç olmaz, ama öyleymiş gibi gösterilir, en iyisi değil en kısa sürelisi yapılır (ki seçimlerden önce bitsin mesela), geçici çözümdür fakat kalıcı da olabileceğine dair halk kandırılır, kısa vadede en ucuz çözümdür fakat uzun vadede müthiş paralar harcanır. İşte metrobüs de böyle bir toplu taşıma sistemi...
Evet herkes trafiğin içindeyken biz hızla geçip 15 dkk da kadıköyden mecidiyeköye geçebiliyoruz ve İstanbulun küçüldüğüne inanıyoruz, fakat iş giriş-çıkış saatindeyseniz bunu aynı otobüsün içinde 150 kişiyle aynı anda yapıyorsunuz. Buna cevap da Kadir Topbaş' dan geliyor! "metrobüs bir sosyalleşme aracıdır." Evet Kadir amca bütün İstanbul akraba oluyoruz...
Metrobüs içindekiler için hadi ulaşım açısından iyi, peki metrobüsün dışındaki zavallı otomobil sahipleri? Alternatif toplu taşıma yöntemlerinin bütün trafiği düzeltmesi gerekirken şerit çaldığınız normal yol daha da sıkışıyor. İstanbul gibi nüfusunun önemli bir kısmı araba kullanan bir şehirde o metrobüsler aralıksız da gidip gelseler, trafiğin sıkışmasını önleyemezler.
Ve son olarak benim bu konu hakkındaki en takıldığım nokta, nerden geliyor bu benzinin parası arkadaş? İstanbulun bir yanından bir yanına gidip gelen bu mercedes otobüslerimizin su yakmadığın hepimiz biliyoruz. Ayrıca bu otobüslerden çok fazla var ve aynı hat üzerinde devam eden iett otobüsleriyle birlikte bunların benzin parası bir hayli fazla. Buna çözüm olarak ne yapıcaklar? Kar amacı gütmemesi gereken iett, benzin parasını çıkarmak için daha da mı pahalılaştıracak bilet fiyatlarını?
Bunun yerine bir metro yapılsa daha kalıcı ve trafiği engellemeyen bir sistem olmaz mıydı? Pahalılığından ve yapımının uzun olduğundan bahsediliyor ama uzun vadede metrobüs daha mı ucuza geliyor Kadir Amca? Hiç sanmıyorum. Bence şu anda aynı hattın altına bir metro hattı yapılmaya başlanmalı, o bitinceye kadar bir kaç yıl metrobüs geçici olarak kullanılmalı anca öyle güzel bir ulaşım aracı olur.
Oylarınızı bana verin trafiği çözeyim anacım.

1 Mart 2009 Pazar

bir saniye! ölmekle meşgulum!

Baştan söyleyeyim kendimi öldürecek değilim, fakat geçen gün intihar hakkında düşüncelerim oluştu. Geçen hafta Sade Vatandaş a rastgeldik zaplarken ve Okan Bayülgen in konuğu boğaz köprüsünden atlayıp hayatta kalan bir insandı. Ekonomik kriz yüzünden işleri kötü gitmesi ya da sevgilisinden ayrılması değildi adamın atlama sebebi. Hayatını bitirmek isteyecek bir acının içinde yaşamıyordu da. Adam sadece intihar etmek istemiş. Neden yaptığına, gerçekten onu atlamaya itenin ne olduğuna fazla girmediler ama sanıyorum ki adamın sebebi sadece meraktı.
Cennet ve Cehennem inancı olan bir insanım ve intiharın cehennemlik bir günah olduğuna da inanıyorum. Fakat dini bir yana bırakırsak, eğer inancım olmasaydı beni ölümün karşısında ne engellerdi?

Annem babam ve babaaneme bu soruyu sorduğumda nolursa olsun yine de intihar etmeyeceklerini söylediler. Ama sanırım ben ederdim. Programa çıkan adam gibi, hayat çekilemez hale geldiği için değil, sadece merak ettiğim için. Hayatımın en güzel olduğu anda, en mutlu olduğum, bundan daha iyisi olamaz diye düşündüğüm zaman kendimi öldürmenin, cevaplanamamış soruların cevabına erişmenin de zamanı gelirdi. Osmanlı zamanı yazarlarından Beşir Fuad gibi, ben de intiharımı kayıt altına alırdım, kendini öldüremeyenler için bilinebilecek bir tecrübe olması için. Beşir Fuad sonuna kadar dayanamamış ama onunkinden daha acısız bir yöntemle intihar edip bu deneyimi aktarabilsem insanların ölümün nasıl bir his olduğunu kavrayabilmelerine yardım edebilir miydim? Hangi ustanın betimleme yeteneği buna yeter ki?
Ölümün bir kötü tarafı da var ki geride bıraktıkların. Arkanda bıraktığın ailen, dostların; yarım kalan işlerin... Ama artık ölü olduğun için bunların bir önemi kalır mı? Öldükten sonraki süreçte önceki sürecini hatırlar mısın ki bu bir dert olsun? Şu an bunu düşünürken diyorum ki umarım ben yaşıyorken kıyamet dediğimiz son gelir. Tanıdığım, sevdiğim herkes; bir anda beraber ölelim. Önce sadece kendi sevdiklerim aynı anda mesela trafik kazasında ölelim, sevdiğim kimsenin ölümünü görmeyeyim kimse de benim ölümümü görmesin diye düşünüyordum ki bu sonradan çok bencilce geldi. Soonuçta dünyadaki herkes birbirine bir şekilde bağlı ve eğer yas olsun istemiyorsak herkesin bir anda ölmesi gerek. Çok yakınımdan şükürler olsun ki kimse ölmedi ve ben bu acıyı bilmiyorum ve bu acıdan gerçekten korkuyorum. Bu yüzden istiyorum ki kimse arkada kalmasın, kimse yas tutmasın...
Farkındayım yazarken kendimle çeliştim. İntihar edebilecek olsam bile arkamda bıraktığım insanlar umrumda olmadan ölebilir miydim? Ama başta da dediğim gibi ölmeye pek niyetim yok daha. Buralarda uzun süre takılmak istiyorum =).
Aşağıdaki satırlar da Lucy Eyre' in "Portakalın aklı olsa" kitabından:


"Benim söylemek istediğim, başına gelen kötü şeylerin kelime anlamıyla kimsenin başına gelmeyen ölümden daha kötü olduğudur."
Bu mantıklı değildi. "Ölüm herkesin başına gelir!"
(...)
"Herkes ölecektir elbette, bu doğru. Ama ölümün kendisi aslında kimsenin başına gelmez."
"Bu nasıl doğru olabilir?"
"Ölüm, meydana gelir gelmez ölü bir insan için kötü bir şey olamaz. Çünkü o insan için artık yoktur. Ölümün acıya neden olduğuna hiç şüphe yok. Ama bizler ölmeden hemen önce hissedelien acı ve geride kalanların üzüntüsünü ölümün kendisiyle karıştırdığımız için ölümden nefret ederiz. Ben öldüğümde mevcut olmaya son verirsem ölüm benim için nasıl kötü bir şey olabilir?"
"Mevcut olmaya son vermek saçma değildir, son derece huzursuz edicidir."
"Bu tamamen mantıksız, ortada tedirgin olan sadece sen olmayacaksın. Epikuros' un son derece bilgece dediği gibi: 'Ölüm bizi ilgilendirmez çünkü biz hayattayken yoktur ve ölüm varken de biz yokuzdur' "

25 Şubat 2009 Çarşamba

dişsiz meltem bovary

Kendimi dünyanın en tembel bloger ı hissediyorum. Bu yüzden vicdan azabı duymamak için bir günlük mahiyetinde kullanayım şu satırları.
Tatil bitti, iyi ki de bitti. Okulu çok da fazla özlemedim ama daha önce de yazdığım gibi boş gezenin boş kalfası olmak pek bana göre değil. Hem artık gecenin 4 ünde yatıp ertesi günü kaçırmak da istemiyorum. Yeni hocalar, yeni dersler; birazcık daha zor geçecekmiş gibi geliyor bu dönem.
Neyse efendim bugün de ağzımda son kalan 20 lik dişimden kurtuldum sonunda. Kocaman köklü bembeyaz bir azı dişi başucumda duruyor araştırıcam bakalım dişlerimden zar yapabilecek bir zanaatkar bulabilecek miyim. eğer dişlerimden zar yaptırabilirsem herhalde hiç yanımdan ayırmam onları sonra da torunlarıma verebilecek güzel bir şeyim daha olur=). Anlatması şimdi güzel tabii ama çekilirken verdiği his, acımasın diye verilen morfinin getirdiği 4 saatlik uyku ve morfinin etkisi geçtikten sonra gelen şişlik ve acı pek de güzel değil.=) Neyse ki apranax ismindeki mucizevi ağrı kesici var.=))
Bu sıralar "Madame Bovary" yi okuyorum. Bunu okumalıyım diye alıp kitaplığıma kaldırıp sonra okumaya fırsat bulamadığım kitapların arasındaydı. Keşke alır almaz okusaydım bir klasik romandan beklenmeyecek derecede akıcı ve güzel giden bir kitap. Tamamen okuduktan sonra bir analizini yaparım ama kitaplığımdaki şu "okunacaklar" bölümünü biraz azaltmaya karar verdim. Her zaman yaptığım "bir kitabı kapağına bakarak değerlendirme" işini bir kenara koymam gerekiyor ki saklı cevherleri de okuyabileyim. Evet.

9 Şubat 2009 Pazartesi

sen n'aptın saint valentine?

Aylardan şubat! Hem sevgi, aşk, bulutlar falan bir ay, hem de en samimiyetsiz, en satılık ruhlu ay. Sevginin kutlanmasına, yaşarken bir soluk alıp sevdiklerimizi mutlu etmeye adanmış çok güzel bir günü içinde taşısa da, yok anacım öyle 14 şubat olmaz olsun. Bir kere Türkiye'de tamamen yanlış anlaşılmış bir gün 14 Şubat, adından kaybediyor: Sevgililer Günü! Bütün sevgililer bugünü sevgilileri ve 20 kağıtlık gülleriyle beraber geçirmek zorundalar, bekarlar da kendi aralarında toplanıp önce "bekarlık sultanlıktır" havalarında 14 Şubatı karalayacak, sonra alkolün etkisiyle "nescafe bile 3 ü bir arada ben hala yanlızım!" moduna geçecek, sonra da birbirlerinin sevgilisi olmuş bir şekilde günü bitirecekler:)
Halbuki aşıklar o kadar paralar bayılmak zorunda kalmasalar, bekarlar komplekse girmese, sevgililerin değil de sevginin günü olsa, arkadaşımıza annemize babamıza; sevdiğimiz, bizim için değerli olan her insana sadece bir kart atsak, sadece onların bizdeki anlamlarını anlatsak, pırlantalarla değil sadece sözlerle.
Ve evet pırlantaa, kompleksli bekar sloganı gibi de olsa, evet, 14 şubat maalesef ki bir ticari rant günü ve bu durum en çok pırlantalar için geçerli. Bir taş, sadece bir taş zaman içinde nasıl bu kadar "sevgiyi anlatmanın en özel yolu" olabilmiş - ki bu kadar pahalı bir yol kesinlikle sevginin kenarından bile geçmez- gerçekten anlamıyorum. Sadece 14 şubat gelsin geçsin de sevgililer günü reklamları kalksın istiyorum!

Bense 14 şubatta ne bir aşk böceği olacağım, ne de bekarlığa kahrediceğim. ÜAL Rugby Club- İstanbul Rugby Center maçına gideceğim. Eheh ne kadar romantik değil mi:) Go üsküdar go!!

not:sevgi nedir? sevgi emektir. O halde sevdiğinize el emeği bir şey yapın onu hediye edin
tamamen alakasız not2: ne yağmur yağdı bugün be!


bzztttt(maçtan sonra gelen not): güldük eğlendik coştuk, 19-5 yendik=)

6 Şubat 2009 Cuma

tatil?

evet tatil. Ve tatilde olduğum ne kadar da belli! Tdk sözlüklerinde karşılığı "dinlenme ve eğlenme için ayırılmış zaman" tarzı bir şey olsa da tatil benim için çok farklı bir boyutta. "3 hafta boşsun meltem ne bok yersen ye" repliğiyle hayattan kovulmuşum gibi hissediyorum şu an. Hatta öyle bir kovulma ki looney tunes çizgi filmlerindeki gibi kapıdan sadece bir bacak görünür ve meltemin kıçına bir de tekme koyarmış gibi:)
Çalışma aşığı falan değilim. Hatta büyük bir üşengeç olduğum çevremden saklayamadığım bir gerçek ama, üşengeç olmanın legal olduğu bu tatil durumu da şu an beni öldürüyor. Dönemsel bir şey de değil her uzun tatilde bu oluyor. (haftasonlarına asla çamur atmak istemem hayır, cumartesi can pazar canandır yeri geldiğinde)
Spor salonuna gitmek dışında düzenli yaptığım hiç bir şey yok, o kadar finallerin arasında bir boş zaman bulayım da iki sayfa kitap okuyayım diye kıvranırken, kitabı elime almamla bırakmam bir oluyor şimdi. Süslenmek, dışarı çıkmak, iki insan görmek, gezmek fikirleri bile "aman aman" dedirtiyor. Galiba kötü olmadan iyinin ne anlamı kalır vari bir mantık var bu işte. Uğraşıp didinecek bir şey olmayınca kendini iyi hissettiren şeyler zevk vermemeye başlıyor artık. İşte bu yüzden ben birazcık stresi seviyorum. Her zaman hayatımızda istemediğimiz şeyler olmalı ki istediklerimiz daha değerli olsun.
Hadi bari okul çabuk açılsın ki hiç değilse akşam eve gelince izlediğim film bir şeye benzesin!

not:Zayıflama yolunda olduğumu unutacak yada unutturacak değilim! bu hafta iki kilo verdiğimi şuraya yazayım bari :)